Kitap Projesi 5. Bölüm 1. Parça
Şubat 16, 2020
Herkese merhabalar. Kitap projemizin bu bölümü için size bir açıklama yaparak başlayayım dedim. Çünkü bu bölümde bir flash back var. Yayını sürekli takip edenlerin "Bu da nereden çıktı" sorularının oluşmaması için küçük bir hatırlatma yapayım. 😉 Efendim biliyorsunuz konumuz aslında günümüzde geçen bir tarih araştırmasını anlatıyor. Karakterlerimiz Profesör Hikmet ve Umay, ellerindeki eski belgeleri okuyarak, tarihte yaşanan bir olayı aydınlatmaya çalışıyorlar. Ve kurguda konu zaman zaman olayın yaşandığı Yavuz Sultan Selim dönemine giderek, bize bazı ip uçları vermeye çalışıyor. Bu bölümde Yavuz Sultan Selim var. Ve hatırlayanlar bilir, kitabın ilk bölümü Yavuz'un Mısır Seferinden dönüşünü tasvirle başlamıştı. Bu flash back'ler konu ilerledikçe ara ara gelecek. Sonra konu yine Umay'a ve Hikmet'e yani günümüze dönecek. Hatırlatayım istedim. Keyifli okumalar hepinize...
1518 Topkapı Sarayı
Payitaht Temmuz
güneşi ile kavruluyordu. Bu yıl, aşırı sıcaklar yüzünden İstanbul adeta bir
cehenneme dönmüştü. Öğlen saatlerinde normal zamanlarda kalabalıktan iğne atsan
yere düşmeyecek gibi kalabalık olan çarşılar, dükkânlar bomboş kalıyor, herkes
boğucu sıcaktan kurtulup nefes alabileceği bir köşe bulup, çekilmenin derdine
düşüyordu.
Evlerin bahçelerindeki tulumbalarla çekilen serin kuyu suları, insanları bir nebze olsun rahatlatmaya yeterken, müneccimler bu sıcakların hayra alamet olmadığını, yakın gelecekte büyük bir felaketin kapıda olduğu haberlerini yayıyor ve rahat bir nefes almaya izin vermiyorlardı. Eğer böyle devam ederse, bu yaz bir kuraklığın yaşanması sürpriz olamayacaktı payitaht için.
Evlerin bahçelerindeki tulumbalarla çekilen serin kuyu suları, insanları bir nebze olsun rahatlatmaya yeterken, müneccimler bu sıcakların hayra alamet olmadığını, yakın gelecekte büyük bir felaketin kapıda olduğu haberlerini yayıyor ve rahat bir nefes almaya izin vermiyorlardı. Eğer böyle devam ederse, bu yaz bir kuraklığın yaşanması sürpriz olamayacaktı payitaht için.
Müneccimlere ve din
adamlarına göre bu sıcakların tek sebebi insanların sıdk ile ibadete devam
etmemeleri ve dini vecibelerini layıkıyla yerine getirmemelerinden
kaynaklanıyordu. Oysaki başlarında güçlü bir padişah vardı. Öyle ki bu padişah,
hilafeti Araplardan kurtarmıştı ve Allah’ın adını kâfirlerin kalbine bir mızrak
gibi saplamak için var gücüyle çalışıyordu. Buna karşılık bu padişahın reayası
iyi birer mümin olamıyordu. Müneccimlere göre bu sıcaklar insanların doğru yola
gelmesi için ilahi bir uyarıydı. Eğer insanlar yola gelmezse, bundan daha büyük
felaketler yaşanabilirdi.
İstanbul’un en serin gölgeliklerine sahip olan
yeri, şüphesiz çeşit çeşit bitkiler ve ağaçlarla süslenen sarayın has bahçesiydi.
Ama burası bile bu yaz sıcaktan yanıyordu. Bahçede devasa gölgeleriyle salınan
yüzyıllık çınarlar, meşe ve servi ağaçları bile yeterli serinliği sağlamakta
kudretsiz kalıyordu. Bahçede baygın kokularıyla insanın içine hoş bir ferahlık
veren güller, menekşeler, nergisler sıcaktan boyunlarını bükmüştü. Has bahçenin
bakımından sorumlu bahçıvanlar padişahın ve sultanların çok sevdiği bu
bahçedeki çiçeklerin solgun halinden ötürü padişah hiddetlenmesin diye, türlü
türlü bakımlar uyguluyorlardı çiçeklere.
Sabah serinliğinde ve akşam vakitlerinde sarayın dört bir yanında
bulunan, buz gibi suyu olan kuyulardan çekilen kova kova saf, berrrak sularla,
özenle sulanan çiçeklerin gündüzün kavurucu sıcağından etkilenmemesi için
üzerine kalın kumaşlardan yapılan tentelerin gerildiği bile oluyordu bu yaz.
Bu kavurucu yazda
Padişahın ve sultanların rahat etmesini sağlamakla görevli ağalar, seferber
olmuş mutfakta serinletici şerbetler hazırlıyor, aşçıbaşı nane, kekik, adaçayı
gibi bitkileri kullanarak yeni tarifler deniyordu. Hazırlanan içecekler de yine
bakır taslarla birlikte kuyulara indiriliyor, oradaki yer altı suyunun
soğukluğu ile yeterince soğutulduktan sonra billur kadehlerde padişaha ve
sultanlara ikram ediliyordu.
Yavuz Sultan Selim kendisi için bahçede özel
olarak hazırlanan çardaktaki sedirde oturmuş, ağaların getirdiği soğuk gül
şerbetini içerek dinleniyordu. Padişahın sağında ve solunda duran cariyeler
ellerindeki devasa yelpazelerle padişahı serinletmeye çalışırlarken o, bir
sonraki seferinin hazırlıklarını düşünüyordu. Ordu yeni bir savaştan çıkmıştı
ve hem biraz dinlenip güç toplanması hem de yeni bir sefer için gereken
ihtiyaçların tertip edilmesi gerekiyordu. Bu da hem zaman hem masraf demekti. Neyse ki Mısır’dan getirilen ganimetler, devletin
zaten zengin olan bütçesine daha da büyük bir zenginlik katmıştı. O devirde
Avrupa saraylarında kralların taçlarını süsleyen sözümona “büyük” mücevherler,
Sultan Selim’in iyi bir gününde
çevresinde kendisine layıkıyla hizmet eden, hizmetinden memnun kaldığı ağalara, cariyelere dağıtacağı “küçük” birer jest olabilirdi ancak.
Sultan Selim’in bu gönlü zenginliğini bilen
saray çalışanları, ona hizmet etmek için yarışırdı adeta. Günün birinde
padişahın lütfuna mazhar olup da kendisinden “küçük” bir elmas, “minik” bir
zümrüt veya yakut taşı alabilmek
şerefine nail olmak, ortalama bir insan ömrünün geri kalan kısmının sıkıntısız
geçmesi anlamına geliyordu. Çünkü padişahın "küçük, minik" diye nitelendirdiği
zenginlikler, Osmanlı ülkesi dışında
yaşayan kimselerin ki, buna diğer ülkelerin kralları da dahil, göremeyeceği
türden değerli mücevherlerdi.
O, Doğunun bütün zenginliklerine ve ihtişamına sahipti. Dolayısıyla mücehverlerin de sıkı sıkıya hesabını yapmıyor, gerekli gördüğünde çevresindeki kimselere hediye verebiliyordu rahatlıkla. Hem Allah kulunu bu zenginliklerle sınardı. Bunlara fazlasıyla bağlanmak, işlenecek en büyük günahlardan biriydi. Edinilen malı, mülkü Allah yolunda harcamak lazımdı. Sultan Selim de kafirlerin üzerine ordularıyla giderek zaten bunu yapıyordu.
O, Doğunun bütün zenginliklerine ve ihtişamına sahipti. Dolayısıyla mücehverlerin de sıkı sıkıya hesabını yapmıyor, gerekli gördüğünde çevresindeki kimselere hediye verebiliyordu rahatlıkla. Hem Allah kulunu bu zenginliklerle sınardı. Bunlara fazlasıyla bağlanmak, işlenecek en büyük günahlardan biriydi. Edinilen malı, mülkü Allah yolunda harcamak lazımdı. Sultan Selim de kafirlerin üzerine ordularıyla giderek zaten bunu yapıyordu.
Sultan Selim
böylesine gönlü zengin bir padişahtı tabii ama çevresindeki hatalara da
kesinlikle tahammülü yoktu. Padişahın lütfuna mazhar olmak kadar, hiddetinden
nasiplenmek de vardı. Bu sebeple sarayda kendisi olsun olmasın, tüm ağalar,
cariyeler ve dahi devlet erkanı görevini titizlikle yapmak zorunda hissederdi
kendisini.
Zenginliğin ve ihtişamın ülkesi olan Osmanlı İmparatorluğu, tüm bu gösterişli güzellikleriyle hem Doğu’nun hem de Batının ilgi odağıydı. Hem Mısır’ın fethinden sonra bu ilgi en yüksek seviyeye ulaşmıştı. Bir sonraki hedefinin neresi olacağını hiç kimsenin önceden kestiremediği Sultan Selim’in ve güçlü, cengaver yiğitlerden oluşan ordularının korkusu şimdiden Avrupa’ya kadar ulaşmıştı. Birileri bu heybetli, kara yağız, çılgın Türk’ü durdurmalıydı Avrupa’ya göre. Ama bu, hiç de öyle olacakmış gibi görünmüyordu. Yavuz’u ve ordularını durdurabilecek, kendisinden daha cengaver bir yiğit yoktu şimdilik. Dedikodular Yavuz Selim’in bir sonraki hedefinin Avrupa üzerine olabileceğini söylüyordu. Yavuz Selim, Mısır seferinden gelen ganimetlerle yeniçeri ocağının bir sonraki sefer için ihtiyaç duyduğu hazırlıklara başlamıştı bile şimdiden...
Savaşmak kolay
değildi elbette ama Allah’ın adaletini dünyanın dört bir yanına götürmekle
yükümlü olduğunu biliyordu Sultan Selim. O, Allah’ın yeryüzündeki gölgesiydi.
Onun ataları bir beylikten, ihtişamlı bir imparatorluk kurmayı
başarmıştı. Hele ki dedesi Fatih Sultan Mehmet Han, yüzyıllardır kendilerini
İstanbul’un gerçek sahipleri olarak gören Bizans kafirini, buralardan sürmeyi
başarmıştı. Hem de gemileri karadan yürüterek... O, böyle bir dedenin torunuydu
ve dolayısıyla ömrü savaş meydanlarında geçecekti. Yapabileceği çılgınlıkların
bir sınırı görünmüyordu.
Padişah derin düşüncelere dalmışken bahçenin aşağı kısmından telaşlı adımlarla yürüyen birinin geldiğini fark etti. Öğleden sonranın kavurucu güneşi, bu gelen kimsenin giydiği kurşuni renkteki pamuklu kumaşın üzerine yansıyor, onun tanınmasını engelliyordu. Gözlerini kısarak baktı Yavuz Selim. Bir süre bu şekilde biraz daha dikkatli bakınca bu gelenin Hasan Can olduğunu gördü.
Musahibi, bazen en yakın arkadaşı ve hatta can yoldaşı Hasan Can… Yavuz Sultan Selim’e göre her padişahın mutlaka Hasan Can gibi güvendiği bir adamı olmalıydı. Hem devlet meselelerinde hem de özel yaşamında Hasan Can onun itimadını en çok hak eden kişiydi. Onun şimdi böyle aceleyle geldiğini görünce meraklanmadan edemedi.
-Hayırdır İnşallah! Dedi belli belirsiz bir ses tonuyla...
Kitap projesi Dert Anası'nın noter onaylı çalışmasıdır. Bölümlerin herhangi bir yerde izinsiz yayınlanması, kopyalanması, paylaşılması gibi durumlarda hukuki süreç başlatılacaktır
Kitap projesi Dert Anası'nın noter onaylı çalışmasıdır. Bölümlerin herhangi bir yerde izinsiz yayınlanması, kopyalanması, paylaşılması gibi durumlarda hukuki süreç başlatılacaktır
Dertli dostum’u şu hesaplardan takip edebilirsiniz: Facebook - Twitter - Instagram
19 yorum
Gülhan hanım hasan canın ne diyeceğini merak ettim çok akıcıydı
YanıtlaSilHasan Can önemli bir şey söylemeye geliyor bir sonraki bölümde bakalım ne diyecek. :) Beğenmenize sevindim. Teşekkürler. :)
SilKitap projeniz için şimdiden başarılar dilerim. Umarım hakkınız olanı haksızlığa uğramadan alırsınız. Bende ikinci bölümü sabırla bekliyor olacağım.
YanıtlaSilMaalesef, yazılı bir kitap olarak bastırmak söz konusu olduğunda yayınevleri yüzde yedi gibi komik telif haklarından bahsediyor. Açıkçası bu şartlarda kitabı bastırmak hakkında tereddütlerim var. Noter onayımı aldım ve buradan okumak isteyenlerle paylaşıyorum şimdilik. Bu arada bu aslında kitabın beşinci bölümü. Eğer okumak isterseniz, yukarıda "Bastet" başlığında kitabın tüm bölümleri var. Oradan okuyabilirsiniz diğer kısımları da. Teşekkürler yorumunuz için. :)
SilEeee en güzel yerinde kestin:) Çok bekletme bizi, Yavuz Selim'in Hasan Can ile konuşmaları dillere destandır zaten.
YanıtlaSilBundan sonra çok bekletmeyeceğim. Bloğa döndük zaten. Haftada bir kez kitabın bölümleri gelecek. Teşekkürler ilginiz için. Beğenmenize çok sevindim. :)
Silhımmmmmm burdan günümüze nerde bağlancak bakalım :)
YanıtlaSilBundan sonra bir parça daha yayınlayacağım Deep'çim. Bu bölüm tamamen flashback sonra günümüze dönecek. :)
SilHımm YSS bakalım Hasan Can için ne yapacak..😊 bir kanalda payitaht diye bi film vardı,payitag falan diyince o aklıma geldi şimdi..🙂
YanıtlaSilPayitaht Abdülhamit mi acep. Evet var tarih dizileri çok ilgi görüyor. Hasan Can burada önemli bir şey söylemeye geliyor. Devamı diğer bölümde. :)
SilYazmayada devam ediyorum diyorsun sanki ben bir bölüm kaçırdım mı geçmişe bir bakmak lazım azminize hayranım başarılar.
YanıtlaSilYukarıda "Bastet" başlığında tüm bölümleri var. Kaçırdıysan oradan okuyabilirsin. :) Bunu yazmaya devam ediyorum evet. Aslında büyük bir bölümünü yazdım. Ama tabii basıma hazır bir kitap haline dönüştürmek için daha çok yolu var. Teşekkür ederim beğenmene çok sevindim. :)
SilKonu tarih olunca daha bir keyifle okuyorum projenizi. Sultan Selim ve Topkapı sarayı. Aman ne güzel detaylar var. Havaların kavurucu sıcaklarında sultana olan özel ihtimama Topkapı sarayının enfes gizemi ve güzelliği eklenince nasıl güzel cümleler ortaya çıkıyor. Naçizane fikrim, sanki Topkapı sarayı bu gelecek bölümlerde daha detaylı anlatılmalı bana göre. Elin Avrupalısı İstanbul'a ayaka basar bazmaz önce Ayasofya sonra Topkapı sarayını görmek istiyormuş.(bilgi müzelere bağlı sosyal etkinlikler sorumlusu bir arkadaşımdan)
YanıtlaSilBölümler bir tık daha uzun tutulabilir. Ben sıkıılmadan keyifle ve merakla okuyorum. Sultan Yavuz'un seferleri ile alakalı çok ilginç tarihi hikayeler kitaba derinlik ve süreklilik kazandırabilir. Saray entrikaları okuyucuda ilgi artırır. Severiz milletçe entrika ve dedikoduyu. Aşk olmalı misal, saray civarında payitahta yakın yüksek profil saray zumresinin yasak aşkları falan..
Hoş geldiniz Taner Bey. :) Arada tarih bölümleri olacak ileride de. Bu bölümler asıl kurguya destek oluyor. Evet yabancılar tarihi mekanlara çok meraklılar. Ve hatta bizden daha fazla ziyaret ediyorlar o mekanları. Ben en son 5 sene önce gitmiştim Topkapı sarayına. Hatta bazı detayları not almıştım ki yazdığım zaman detaylar önemli çünkü. Saray entrikaları ileride var. Hatta tüm bu kurgu bir saray entrikası ile ilgili diyebilirim. Ama şimdilik bu kadar spoiler yeter diyeyim. :) Beğenmenize gerçekten çok sevindim. Bölümleri daha uzun tutabilirim ama okuyanlar sıkılmasın diye kısa yayınlıyorum şimdilik. Daha detaylı olması hususunu not ediyorum. Diğer tasvirlerde bunu değerlendireceğim. Çok teşekkür ederim güzel yorumunuz için. :)
SilSiz bana bunu iyi ki hatırlattınız. Ben nicedir yine kitabın bölümlerini yayınlamayı unuttum. Hesapta haftada bir yayınlamam gerekiyor. :) Bu ara bloğa yeni dönüş yaptığımız için konular birikti. Neyse Erhan Bey'in etkinliğine de katılayım. Ardından bir bölüm yayınlayayım. Hasan Can, belki belgeleri de kapsayan önemli bir sır getiriyor olabilir zannımca. :) Teşekkürler yorumunuz için. :)
YanıtlaSilIlgiyle okuyorum. Saray entrikalari her zaman ilginç oluyor. Elif Şafak kitapları tadında ilerliyor. Bakalım daha neler olacak ☺️
YanıtlaSilElif Şafak kitaplarını ben de çok severek okurum. Bu kurguda onun da uyguladığı bir teknik var evet. Hem geçmişte hem günümüzde devam ediyor. :) Bugün devamını yayınlayayım diyorum. Blogdan uzun süre uzak aklınca yazacak şeyler birikti. Bayağıdır yayınlamadım kitabı. :) Beğenmenize çok sevindim. Sevgiler. :)
Silokurken o günler canlanıyor insanın gözünde, insanlık hiç yola gelemedi maalesef
YanıtlaSilMaalesef, insanlık hep aynıydı. :)
Sil